fırtınalı ve karanlık bir geceydi. eylül, evde çok sıkılmıştı ve sahile inmeye karar vermişti. yolda bu havada çıkmanın çok da iyi bir fikir olmadığını anlamıştı ama temiz havanın iyi gelmişliği bunun üstesinden gelmeye yetmişti.

hava soğuk olduğu için adımlarını hızlandırdı. rüzgardan biraz olsun korunabilmek adına mümkün olduğunca ara sokakları tercih ediyordu. yolda sahile inmekten vazgeçmişti çünkü rüzgar eğer ara sokaklarda böyleyse, deniz kenarında daha da fazla olacaktı ve şu an rüzgarda savrulmak istediği son şeydi.

bahariye caddesi üzerinde biraz yürüdükten sonra süreyya operası’na sırtını dönüp sokağa saparken onun ne kadar da güzel olduğunu düşünerek en sevdiği kafeye doğru yöneldi. verdiği bu ani kafe kararından memnun sayılırdı. hava nasıl olursa olsun, bahçesinde ısı şemsiyeleri olduğundan, kafeye girip bahçesinde bir şeyler içip bir şeyler okumak hiç de fena bir fikir değildi evin bunaltıcı yalnızlığıyla karşılaştırıldığında.

kapıdan geçti, onu selamlayan barmene gülümsedi ve bahçeye çıktı. bir an önce oturup kendiyle kalmak istiyordu. öyle de yaptı. sonra ardından çok tanıdık ama oldukça alçak ses geldi. bu, burak’tı. eylül’ün başından aşağı bir anda kaynar sular dökülmüştü.

eylül, burak’ı yeni yeni atlatıyordu ve onu görmek, bunu engellemek için olabilecek en ideal şeydi. ama tüm bunların o an hiç mi hiç önemi yoktu. çünkü burak, bunların hepsinden habersizdi ve orada eylül’ü gördüğünde yanına gidip selam vermişti bile.

zaman bir anda durmuştu sanki. eylül, tüm yaşananları çok kısa bir zaman içinde yeniden hatırlamıştı. ve ayağa kalkmak bir yana dursun, kafasını çevirecek takati bile yoktu. kafasını önüne eğdi ve titreyen bir sesle “merhaba” dedi. burak ise çoktan karşısına oturmuş, gülümsüyordu.

[#blogfirtinasi 14. gün]