Hep bir yanim olmadi benim orada. Yeni yeni aslinda sevgim Karadeniz’e. Cocukken “Senin memleketin babanin memleketi neresiyse orasidir.” derlerdi. Bununla yasadim yillarca. Erzincanli’ydim ben hep. Derseniz ki gittim mi? Gördüm mü, hayir. Ama dedim ya, Erzincanli’ydim ben.

Ordu’dan geliyor oysa ki benim diger bir yarim. Ben de cok iyi bilirim karalahana corbasini, karalahana dolmasini, ya da fasulye tursusu kavurmasini. Ama son yillarda anladim/anliyorum ben Karadeniz’i. Belki Kazim Koyuncu’yla, belki baska nedenlerden dolayi, bilmiyorum ama seviyorum oralari artik. Ordu’ya gittigimden kalan anilar op zamanki bakisimin simdikinden farkli olmasi dolayisiyla cok edgiller. Simdi gitsem belki de daha farkli bakarim dünyaya, o ayri. Ama gerek TVde, gerekse cevremde gördügüm Dogu Karadeniz beni artik cok etkiliyor. Yasanmisliklarin ne kadar önemi var, bilmiyorum ama orada ben nesemi de buluyorum, kederimi de.

Yani, bir yer hem bu kadar neseli, hem de bu kadar hüzünlü nasil olabiliyor, anlamasam da seviyorum o halini karadenizin. Beni en cok ziplatan Karadeniz’in horonu ve aglatan da agitlari aslinda. Iki uc kutupta yasayan bu yeri sevmemek elde mi?

Bir de hikayeleri var ki, eger dizilerde izlediklerimiz gibiyse sadece izleyebiliyor insan…

Su replik unutulacak gibi degil mesela: “Gözlerindeki Karadeniz’ de boğulmak istiyordum, olmadı. Bize düşen gözlerinde değil, yokluğunda kaybolmakmış.”