Dün, yavaş yavaş aidiyetimi yitirdiğimi düşündüğüm yerden, kendimi hiç ait hissedemediğim, yaşadığım şehre geldim. Burası bıraktığım gibi: Soğuk, karlı, pis ve itici. Sadece idare edilesi bir yer yani. En azından benim için, sevilesi değil asla. Ama bir şekilde idare ediyoruz işte.
Buraya geldikten sonraki ilk İstanbul gezim, 4 hafta civarıydı. Çok güzel geçen günlerim vardı. Dönüşünde ise her şey altüst idi. Kendimi toparlayabilmem, yeniden belli şeylere odaklanabilmem çok uzun sürmüştü. O zamanlar her şey farklıydı, heyecanlar vardı, bilmediklerim, umduklarım, vesaire.. Şimdi bazı şeylerin aslında toz pembe olmadığını gördüğümden olsa gerek, İstanbul dönüşleri de eskisi kadar sıkmıyor canımı. Çünkü iki taraftaki hayatı birbirinden ayırmayı öğrendim. Öğrendiğim başka bir şey daha var, o da İstanbul’a alışmadan geri dönmek.
Ben, eğitimim ve geleceğim için bir hayatı ardımda bıraktım. Hayatı geride bırakmış olmam durumu gerçek. Sevdiklerim, arkadaşlarım, dostlarım, hayatımdaki en önemli yaşayan kadınlardan biri, hepsi orada kaldı. Bazı şeylerin farkına çok geç vardım, sonra geldi aklım başıma. Ama sonradan gelmesi de aslında bir işe yaramadı ya, neyse. Tüm bunları kaldırabilmek ve buradaki oraya kıyasla yarıdan bile altta olan hayat standardına ve sosyal durumlara alışmak, kabullenmek, gocunmamak zaman aldı. Zamanın yanında, başka şeyler de aldı benden, götürdü. Mesela, tad alma duyumu da orada bırakmışım, farkında değilmişim. Yeni yeni anlıyorum bazı şeyleri, gidip geldikçe.
Tüm bunları kaldırabilmek için tek yol varmış meğersem, bunu kavradım artık: İstanbul’a alışmadan, ait olmadan, aidiyeti yitirerek yaşamayı öğrenmek. Bunu kısmen de olsa başarmış durumdayım şu an. İstanbul’a gittiğimde, öncelikle çok uzun kalmıyorum. Bunun yanında, evime değil, tatile gidiyorum kendimce. Gidince canım dediğim insanları görüyorum, alışmadan geri geliyorum. Ait olmadan…
Ama yine de ufak da olsa bir sorun var: Buraya da ait olamıyorum…
Biterken “Cem Adrian - Ağladıkça” çalıyordu…