Denize bir kere bulaşan, suya bir kere paçası değen, denizde ölmedikçe dirlik bulamaz.
— Halikarnas Balıkçısı
Deniz, iyot kokusu, yosun, mavilik, huzur…
Ne kadar da uzak bunlar bana ne zamandır… Üstelik, hayatımın hiçbir döneminde düşlemesi bile mümkün değilken bunu… Şimdi elimde sadece karasal bir hayatı olan ve ondan keyif almayan, “iyiyim” bile diyemeyen, sadece idare eden ve “Nasılsın?” sorusuna karşın idare ettiğini söyleyen bir ben var. En azından mutsuz değilim diye seviniyorum bir süredir. Azla yetinmeyi öğrendim.
Bir gün, biri bana gelip “Denizi çıkaracaksın hayatından. Ne mavilik olacak hayatında gökyüzünden başka, ne de iyot kokusu. Yediğin, yeme şansın olan balıklar ya bayat olacak, ya da taze ve tatsız. Unut tahta masalarda oturup, ayaklarına vuran hafif meltemle oluşan dalgacıkara sevinmeyi. Hafif meltemleri de unut. Sadece rüzgarlar olacak artık hayatında, ya da çok sıcak rüzgarsız günler. Ve şunu da unutma, çok uzun bir süre, ne denize çıkabileceksin, ne de rüzgarüstünde oturma şansın olacak.” deseydi sadece gülüp geçerdim.
Şimdi ise aklıma geldikçe, o gülüp geçen beni görünce, o halime gülüp geçiyorum…
Deniz…
Deniz, benim için hep çok önemliydi. Hala da öyle, ama kavuşamamaktan olsa gerek, kırk yılın başında kavuştuğumda doyamıyorum izlemeye, koklamaya. Sabiha Gökçen Havaalanı’nda uçaktan indiğim an, burnuma gelen o kadar farklı koku arasında iyotu seçebiliyorum. Ya da herhangi bir kokunun yerine koyuyorum o deniz kokusunu. Tıpkı yolda yürüyen herkeste, bir şekilde, sevdiği insanı görenler gibi.
Denizsiz şehirde yaşanmaz derdim, gerçekten de öyle…
Ayaklarıma sadece toz, toprak ve çimen değiyor şimdi. Ve ben, sevmiyorum yeşili, maviyi sevdiğim kadar.
Özlüyorum, çok özlüyorum.
Biterken “Düş Sokağı Sakinleri - Aganta Burina Burinata” çalıyordu…