eylül o gün her zamankinden biraz daha geç uyanmıştı. son zamanlarda benliğine işlemiş olan uyanamama hali nereden gelmişti, bilmiyordu. bildiği şey biraz daha acele etmezse, derse geç kalacağıydı.
konservatuvara girmeden önce orayla ilgil çok büyük hayalleri vardı. hal-i hazırda hayallerinden vazgeçmiş değildi ama yine de idealist bir şekilde sanat için yaşa(ya)mayacağını da biliyordu. içten içe bu durumu kabullenmişti. bu dakikadan sonra elinden sadece olabildiği kadar idealist olmak gelebilirdi. bunu ne kadar başaracağını ise her gün sorgulamaya devam ediyordu. yanıtını bulmasının olanaksızlığının bilincindeydi ama bekleyip görecek olmanın heyecanını hala taşıyordu.
babasının eski fotoğraf makinasıyla çocukluğunda tanışmıştı. o dönemde babasının ona filmli ve hatta oldukça da eski teknolojili bir bir makina vermesini çoğu kimse anlamlandıramamıştı. öyle ya, her şeyin şip-şak tüketildiği ve bunun adına modern teknoloji denen bir dönemde ona verilen malinanın iğne deliğinden hallice bir makina olmasıyfı belki de onun belki de şu an boğaza nazır bir kampüste ve ülkenin en prestijli sanat eğitim kurumunda eğitim görmesini sağlayan, kim bilir?
hazırlanmak için dışarı çıkarken, her zamanki sorulardan biriyle karşı karşıyaydı: bugün hangi makinayı yanına alacağından emin olamıyordu. biraz düşündükten sonra, dianasını aldı ve kampüse doğru yola koyuldu. posta kutusunda bir mektup buldu ama geç kaldığından, açıp bakmadı. nasılsa yolda okumak için yeterli zamanı olacaktı. sadece 09:45 vapurunu yakalaması kafiydi.
yeldeğirmeni’nden aşağı doğru hızlı adımlarla inerken, sağında ve solunda gördüğü matbaaları ve birahaneleri düşündü. insaoğlunun hayatında bu iki kategorinin de yeri apayrıydı ve ikisinin de varoluşunun bu hayatı dengede tutan şeylerden biri olduğuna kanaat getirdi. oradan her geçişinde benzer şeyleri farklı kelimelerle kendi içinde tekrarlardı. her düşündüğünde ise gülümserdi.
saatine baktı, saat 09:34 olmuştu ve beşiktaş iskelesine daha biraz yolu vardı. sırasıyla kitapevini, yazıcıoğlu pasajına giden yolu geçip köşedeki bankaya gelmeden ve ışıklara aldırmayan ama arabaları kontrol eden bir şekilde karşıya geçti. tiyatronun önünden hızlıca ve heykelin önünden daha hızlıca geçerek metro çıkışında aynı telaşı yaşayan insanlara karıştı. ama bu son acelesi işe yaramış ve vapuru yakalamıştı. büfeden .ayını aldı ve her zamanki gibi havaya aldırmadan kıç üst güverteye geçti. henüz oturmamıştı ki, vapurun halatları çözüldü ve bir sabah daha istanbul silüetiyle buluşmanın sevincini yaşayarak üniversiteye doğru yoluna devam etti.
eylül, çayından bir yudum aldı, içini ısıttı. sonbaharın grileşmeye başlamış günlerinden birinde içini ısıtan çayın yerini tutabilecek çok az şey vardı. çantasını açtı, içinden o sabah posta kutusuna gelmiş zarfı açtı. göndereni görünce, içini bir heyecan kapladı. uzunca zamandır beklediği ve aslında içten içe umudunu kaybetmek üzere olduğu ajanstan yanıt gelmişti.
bir sonraki yaz hamburg’da açılacak kolektif sergide yayınlanmak üzere yolladığı fotoğrafı, kabul edilmişti.
[#blogfirtinasi 4. gün]