sanırım istanbullunun veya uzun yıllar yaşamış olanın laneti o
bazı zamanlarda, özellikle de son zamanlarda, babamı daha iyi anlıyorum. bu yeni bir şey olmasa da, üstel artan frekansta olan bir şey artık. “yahu adam haklıymış aslında” dediğim çok konu var ve bunların araları daha da kısalıyor her seferinde. oysa onun dedikleri zamanında ne kadar da uzak, ne kadar da beni anlamayan bir yerdeydi, değil mi?
değilmiş. aslında tam tersi, ben onu anlamıyormuşum, şimdilerde netleşiyor bu. ama düşününce, bu durum çok garip değil aslında. hatta “tecrübe”, “büyümek”, vs. gibi isimleri de var. ama insan bazı şeylerin farkına belli zamanlardan sonra varıyor.
bu bir baba-oğul yazısı değil aslında. belki bir gün o sulara da sokarız ayaklarımızı, kim bilir? ama o gün bugün değil. bir miktar keyifli içecek gerekebilir onlar için… ve ayılınca silmeyecek kadar sağlam bir irade. o yüzden de bugün oralara girmeyeceğim.
asıl konuya gelelim madem.
bu sabah, acıbadem’den suadiye’ye marmaray ile giderken hissettiklerimi eşim ve çok sevdiğim dostlarımın olduğu bir chat grubunda paylaşınca, benim olaylara farklı baktığımı söyledi canım dostlarımdan biri. girişte alıntısını yaptığım cümleyi o zaman kurdum. havalı laf olsun da prim yapayım diye değil üstelik - ki zaman zaman sırf o yüzden laf ettiğim olur, kalpten inandığımdan.
çok geriye, ilkokul yıllarıma gidelim. çocukluğumun anımsadığım kısımları istanbul-maltepe’de geçti. ilkokul yılları, doksanların başı. maltepe’de demir yolunun kenarında geçen yıllarda ister istemez trenlerle haşirneşir olunuyor, malum. bir çocuk için demir yoluna bozuk para koyup, gelen trenin onu neredeyse jilet kıvamına getirmesini izlemesi nolan filmlerine taş çıkaracak, gerçek bir başyapıttır mesela. sonrasında yapılan kimin parasının daha sıcak olduğunun kıyası ise değme gerilim filmlerine taş çıkarır.
demir yollarına o kadar yakın bir çocukluğum olmasına rağmen, bir o kadar da asıl amacından uzak bir ilişkim vardı onlarla.
okulumuza birkaç arkadaşla maltepe istasyonunun peronlarına girip (o dönem kapalı değildi peronlar), istasyondan geçerek ulaşırdık; dönüşteyse tam tersi. bu anlardan birinde eğer adapazarı ekspresi geçerse eğer, kimin başlattığından emin olmadığım ama çok kısa süre sonra hepimizin yapmaya başladığı, “singing in the rain” filmindeki o ikonik direk tutuşu hareketinin çok benzeriyle bir direğe tutunup demir yoluna doğru sarkarak, boştaki elimizle yaptığımız otostop hareketine ek olarak hepimizin bağırarak “banliyö bileti geçmez, banliyö bileti geçmez” dememizi saymazsak (evet, kafalar biraz karışıkmış), o her gün defalarca gördüğümüz, santimetrelerce yakın durduğumuz trenleri (evet, o dönem demir yollarının etrafında beton çitler de yoktu) ve istasyonları çok kullanmışlığım yoktu.
ancak bu sabah hafızamda bir şeyler depreşti. maltepe - kadıköy arası nadir yolculuklardan anımsadığım kimi şeyler, köşkler ve bahçelerdi. bugün suadiye’ye gelirken gördüklerimse köşklerin yerini almış 10-20 katlı binalar ve bahçelerin yerini alan, o binaların beton kaplı açık otoparklarıydı. istanbul’un ne kadar bozulduğunun farkına varmamdaki bir başka etken de bu oldu.
gençlik yıllarımda, her şeyi çok ve herkesten iyi bildiğim yıllarda yani, babamın kendi rutinin oturtup pek onun dışına çıkmamasıyla ilgili “neden arkdaşlarınla hep aynı yerde buluşuyorsunuz, istanbul’u gezmek dururken” gibi şeyler söylerdim. o da bana derdi ki, “sen de benim gördüğüm istanbul’u görsen, senin de içinden oraların şimdiki halini görmek gelmezdi”.
bu dediklerine o dönem bir anlam veremiyordum.
ama dedim ya, son yıllarda babamı daha iyi anlıyorum.
bu sabah, babamı bir kez daha anladım.
biterken incesaz - piraye çalıyordu